İstanbul’dan Altay Dağları’na göç! Eski Türklerin izinde: ’25’imde yeniden doğdum’

Gonca Kocabaş / Milliyet.com.tr – Aslen Kastamonulu olan Yusuf Ergin (25),  İstanbul’da doğup beş yaşına kadar burada yaşadı. Daha sonra Kastamonu’ya dedelerinin yanına gitmek zorunda kaldı çünkü kardeşi doğduğu için ailesinin maddi durumu 2 çocuğa bakmaya yeterli değildi. Yusuf’u dedesiyle babaannesi büyüttü. Yedi yaşına kadar orada kaldı, sonra İzmir’e taşınan ailesinin yanına geldi. “Örnekköy’de yaşıyorduk bilen bilir, pek iyi bir semt sayılmaz” diyen Yusuf, “Mahallenin maddi durumu düşüktü, hayat kolay değildi ama orada kendimi savunmayı öğrendim, güçlendim ve insanları tanımayı öğrendim. Açıkçası orada dışlanan çocuklardan da çok şey öğrendim. 13 yaşımda Konak’a taşındım ve şans eseri çok kaliteli bir devlet okuluna başladım. O andan sonra her şey değişti. Artık dışlanan ben olmuştum ama zamanla burada sorunlarımı çözmek için kavga etmek yerine beynimi de kullanabileceğimi fark ettim. Bu benim dünyaya bakışımı tamamen değiştirdi. Öğretmenler beni severdi ancak hiçbir zaman örnek bir öğrenci olmadım ödev yapmazdım, çok da çalışkan sayılmazdım. Küçükken hep bilgisayar oyunu yapmayı hayal ederdim. Sabahlara kadar bilgisayar oynayıp sıfır uykuyla okula gider ve okulda uyurdum” dedi. 

‘FARK ETTİM Kİ HEPİMİZİN KÖKÜ ALTAY’A DAYANIYOR’

16 yaşında ailesiyle birlikte tekrar İstanbul’a taşınan Yusuf, grafik ve fotoğrafçılık bölümünün son sınıfında, İstanbul’un en iyi fotoğraf stüdyolarından birinde çalışmaya başladı. O zamandan beri hayatı tamamen fotoğraf ve video ile iç içe. Farklı firmalarla, blogerlarla çalıştı, Dubai ve Kuveyt’e gitti, düğünler, emlak çekimleri, reklam projeleri yaptı. Ancak bir gün hayatını tamamen değiştirmeye karar verdi. “Açıkçası, ne olursa olsun bir gün ülkemi bırakıp başka bir yere taşınacağımı hiç düşünmemiştim. Ancak her şey Altay’ı öğrenmemle değişti” ifadelerini kullanan Yusuf, “Altay’ı ilk kez 13-16 yaşlarım arasında duydum. O dönem Cengiz Han’ın tarihi ilgimi çekmişti. Araştırdıkça onun aslında bozkır halklarından biri olduğunu öğrendim ve konuyu daha derinlemesine inceleyince fark ettim ki, hepimizin kökü Altay’a dayanıyor. Yani tüm Türk dünyasının başlangıç noktası orasıydı. Bu bilgi beni derinden etkiledi, hatta büyüledi diyebilirim. O günden sonra Türklerin kökeni, göçebe kültürü ve ortak tarihimiz üzerine çok okumaya başladım. Ayrıca ben her zaman Mustafa Kemal Atatürk’ün hayranı oldum. O sadece modern Türkiye’nin kurucusu değil, aynı zamanda Türklerin tarihi ve Altay bölgesi üzerine derin araştırmalar yapan bir liderdi. Bu yüzden Altay’ın nerede olduğunu ve tarihimizde ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu zaten biliyordum fakat kaderin beni oraya gerçekten götüreceğini hiç tahmin etmemiştim” diyerek şu cümleleri kullandı: 

“Bu arada da hayatıma kaderim olan eşim girdi ve o bir Altay Türkü. İstanbul’da, iş yerinde tanıştık.  O daha önce Rusya’da polis olarak görev yapmıştı, tıpkı anne ve babası gibi. Sonra polislikten ayrılıp yeni bir hayat kurmak için Türkiye’ye taşınmış. Üç yıl birlikte Türkiye’de yaşadıktan sonra, onun turistik oturma izni yenilenmedi. Biz de Gürcistan’a gidip evlendik. Sonrasında o ülkesine döndü, ben ise bir süre sonra kararımı verip Altay’a taşındım. İstanbul artık hem ekonomik hem de ruhsal olarak çok yorucu hale gelmişti. Ancak benim için bu sadece bir taşınma değildi. Altay’a gelişim benim için bir kaçış değil, bir dönüş oldu. Özümü bulmaya, köklerime dönmeye yapılan bir yolculuk.”

‘HAYATIMI ALTAY’DAN ÖNCE VE SONRA DİYE İKİYE AYIRIYORUM’

“Bazen bir şeylerin değişmesi için insanın kendisinin adım atması gerekir. Yani benim gidişim bir kaçış değildi. Bu, ondan çok daha derin bir şeydi” diyen Yusuf, “Ben yeni bir toprağa gelmedim, atalarımın toprağına geri döndüm. Çünkü binlerce yıl önce, Türklerin yürüyüşü Altay’dan başladı. Ben sadece o yolun tersine yürüdüm köklerime doğru. Altay’da tanıştığım birçok insan bana hep, ‘Sen menim karındaşımsın’ diyor. Bu cümleyi her duyduğumda içimde tarif edilemez bir sıcaklık hissediyorum. Artık hayatımı ikiye ayırıyorum: Altay’dan önce ve Altay’dan sonra. Eskiden kendime sık sık sorardım. ‘Ben neden yaşıyorum? Amacım ne?’ Şimdi ise cevabımı buldum. Benim amacım Altay kültürünü yeniden canlandırmak ve yaşatmak. Benim derdim hatırlamak. Unutulanı hatırlatmak, geleneklerimizi, motiflerimizi, türkülerimizi, dilimizi yaşatmak. Çünkü bütün bunlar muazzam bir güzelliğe sahip” bilgisini paylaştı.

“Altay’a ilk geldiğinde arabadan iner inmez temiz havayı, sessizliği hissettim” diyen Yusuf, “Ne şehir ışıkları, ne korna sesleri, ne insan kalabalığı. Sadece ben ve doğa. Akşam olduğunda başımı kaldırdım ve önümde canlı bir tablo gibi duran yıldızlı gökyüzü vardı. Kutup yıldızını hiç bu kadar parlak görmemiştim. Bu arada, Altaylılar ona Altın Kazık diyor. İnanca göre bu yıldız üç dünyayı birbirine bağlayan asanın ucu. Ancak o gece sadece onu değil, Küçükayı’yı, Büyükayı’yı ve sayısız başka yıldızları da gördüm. Ve o an, evrenin büyüklüğü karşısında ne kadar küçük olduğumu hissettim. Sabah uyandığımda her şey bir rüya gibi geliyordu. Kahvaltı etmeden ormana yürüdüm, nehrin kenarına oturdum ve suya baktım. O an anladım ki, İstanbul’da böyle bir sessizlik ve huzur asla mümkün değil. Ama dürüst olayım, Altay’daki hayat herkesin sandığı kadar romantik değil. Sabah kalkıyorsun sobayı yakman gerekiyor. Eşim her dışarı çıkmamız gerektiğinde bana soba gibi kokuyorsun diyor. Burada iklim sert, kış uzun ve soğuk. Yani odun kesmek, sobayı yakmak, kar küremek hepsi hayatın bir parçası. Ama işte bu, Altay’daki gerçek yaşam” ifadelerine yer verdi.

‘BURADA NE MODA YARIŞI VAR NE DE STATÜ’

Altay’da, eşinin annesinin işlettiği küçük butik otelde yaşadıklarını dile getiren Yusuf, “Günlük işlerde onlara yardımcı oluyoruz. Sobayı yakmak, misafirleri karşılamak, evi düzenlemek gibi. Misafirler genelde beni görünce çok şaşırıyorlar ‘Altay’da bir Türk!’ diyerek gülümsüyorlar ve nasıl buraya geldiğimi merak ediyorlar. Zaman zaman Rus turistlerle küçük turlar düzenliyoruz. Evet, şaşıracaksınız ama Rus turistler de Altay ve genel olarak Türk kültürüne hayran kalıyorlar. Ayrıca eşim Arina bu konularda çok bilgili, o anlatıyor, ben de ona fotoğraf ve video çekimleriyle destek oluyorum. Aynı zamanda kendi işime de devam ediyorum, freelance fotoğrafçı olarak çalışıyorum. Geçtiğimiz günlerde bir yaşına giren çocuk için düzenlenen Altay töreninde fotoğrafçı olarak bulundum. Orada geleneksel ritüeller, kıyafetler ve dualar vardı. Benim için çok farklı ve özel bir deneyimdi. İleride diğer Altay kutlamalarında da yer almak istiyorum, eminim fırsatlar çıkacak. Şu anda yavaş yavaş yeni projeler ve çekimler oluşuyor” diye konuştu. 

İki kültür arasındaki farklılıklara da değinen Yusuf, “Türkiye’de insanlar farklı kültürlerle fazlasıyla asimile oldular ve yavaş yavaş gösteriş için yaşamaya başladılar. Birçok insan başkalarına iyi görünmek için kredi çekiyor. Hatta bazıları, çevresindekiler durumu iyi sansın diye kıyafet almak için bile borçlanıyor. Artık markalar, arabalar, teknolojik eşyalar üzerinden bir değer ölçüsü oluştu. Ama bu sırada hayatın özünü kaybettik. Burada, Altay’da, her şey çok daha farklı. Burada hayat sade, gerçek ve doğal. Ne moda yarışı var, ne statü kaygısı, ne de ‘kim ne der’ düşüncesi. İnsanlar burada sadece yaşıyorlar içten, huzurlu bir şekilde” diyerek şu ifadeleri kullandı: 

“Modern şehir hayatından uzaklaşmak bana birçok şey öğretti. Öncelikle anladım ki, maskülenlik sadece şehirlerde toksik bir kavram, böyle yerlerde ise hayatta kalmak için gerekli bir güç. Erkekliğin özündeki koruma, emek verme, sorumluluk alma gibi değerlerin aslında burada anlam kazandığını fark ettim. Ayrıca insanın kendisiyle baş başa kalmasının ne kadar önemli olduğunu ve birey olarak değil, aile olarak yaşamanın ne kadar değerli olduğunu öğrendim. Burada dayanışma, paylaşmak, birlikte üretmek hayatın doğal bir parçası.”

‘MİSAFİRİ YEDİRİR, İÇİRİR, ASLA KAPIDAN ÇEVİRMEZLER’

Yerel halkın ilk başlarda kendisine biraz şüpheyle yaklaştığını dile getiren Yusuf, “Bu da gayet anlaşılır bir şey. Sonuçta karşılarında uzun saçlı, sakallı, bıyıklı iri bir adam duruyor, onlar için bu kadar yoğun kıllı bir görünüm epey alışılmadık. Ancak ne zaman Türk olduğumu öğrenseler, her şey bir anda değişiyor. Yüzlerinde bir gülümseme beliriyor ve genelde, ‘Biz kardeşiz, hepimiz Türküz deyip, sonra hemen Altayca bir şeyler söylemeye başlıyorlar. Tabii, Türkçe bilmek Altaycayı anlamak için yeterli değil. Birçok Türk iki dilin çok benzer olduğunu sanıyor ama ne yazık ki öyle değil. Evet, kelimelerin yaklaşık yüzde 20-25’i benzer sayılar, basit komutlar (otur, dur, git), renkler gibi temel kelimeler. Ama geri kalanı tamamen farklı. Karakter olarak da aramızda birçok benzerlik var. Hem Türkler hem de Altaylılar için misafirperverlik bir kanun gibidir. Misafiri mutlaka yedirir, içirir, yatırırlar asla kapıdan çevirmezler. Bu sadece bir gelenek değil, kültürün derin bir parçası’ diyerek gözlemlerini aktardı: 

“Hem Türkler hem de Altaylılar gerçekten cesur ve gözü pek insanlardır. Kolay kolay korkmazlar, gerekirse mücadeleye girerler. Ama aynı zamanda sabırlı ve sakin insanlardır. Bu dengeyi koruyabilmek bana her zaman hayranlık veriyor. İnanç ve geleneklerde de birçok ortak nokta var. Mesela hem bizde hem Altaylılarda tahtaya üç kez vurmak adeti var. Biz ‘Allah, Allah, Allah’ deriz, onlar ise ‘Kutay, Kutay, Kutay’ derler. Bir diğer ortak gelenek de ağaçlara bez bağlamak. Biz genelde dilek dilemek için bağlarız, ama Altay’da bu bezlere ‘tyalama’ deniyor. Onlar bu bezleri ruhlara teşekkür etmek ve yola devam etmek için izin istemek amacıyla bağlıyorlar.”

‘KURTLAR GİBİ SÜT ÜRÜNLERİ, KAN VE ET İLE BESLENİYORLAR’

“Türklerin anavatanı, ya da başka bir deyişle Türk medeniyetinin beşiği, Altay dağlarıdır ve bu bölgenin kalbinde Altay Cumhuriyeti yer alır” diyen Yusuf, “Aslında Altay sadece Türklerin değil, genel anlamda insanlığın da beşiğidir. Burada hâlâ eski Türk kanunu geçerli. Aynı soydan gelenler birbiriyle evlenemez. Bu, eski Türk geleneğinin günümüze kadar yaşayan canlı bir örneği. Altaylıların beslenme biçimine bakarsanız, kurtların beslenmesine benzer. Süt ürünleri, kan ve elbette et. Marketlerde cips ya da tatlı da bulabilirsiniz ama asıl olan geleneksel Altay mutfağı. Ritüeller ve törenler ise bambaşka bir dünya. Rusya Federasyonu’na bağlı bir halk olmalarına rağmen, hâlâ atalarının geleneklerini yaşatıyorlar. Bir Altay düğününe gidin tamamen eski Türk ritüelleriyle doludur. Altaylılar kendilerini, ‘Altay’ı bilinçli olarak terk etmeyen Türkler’ olarak görürler. Çünkü onlar için Altay kutsal bir yerdir. Ve inanırlar ki, eğer Altay yok edilirse, dünya da yok olur. Altaylılar gerçekten olağanüstü bir halk. Avlanmayı, ev yapmayı, hayvan kesmeyi, yemek hazırlamayı bilirler ve hepsini inanılmaz bir ustalıkla ve doğallıkla yaparlar. Genelde küçük yapılı olsalar da, içlerinde öyle bir güç ve dayanıklılık var ki, adeta destan kahramanlarını hatırlatıyorlar. Vücutları sanki doğada yaşamak için yaratılmış. Biz şehir insanlarının hayatta kalma içgüdüsü neredeyse körelmiş, ama onlarınki hâlâ saat gibi işleyen bir mekanizma gibi canlı. Eğer eski Türklerin nasıl yaşadığını, nelere inandığını, hangi değerlere göre hareket ettiğini görmek istiyorsanız, Altay’a gelin. Burası, eski Türk geleneklerini en saf ve en canlı haliyle koruyan tek yer” ifadelerine yer verdi.

Benzerlikler olduğu kadar farklılıkların da olduğuna dikkat çeken Yusuf, “Türkler genelde daha dışa dönük ve sosyal insanlardır tanımasalar bile gülümser, konuşurlar, sohbet başlatırlar. Altaylılar ise tam tersine daha içine kapanıktır. Kolay kolay gülümsemezler, konuşmazlar, önce karşısındaki kişiyi anlamaya çalışırlar. Kimin ne olduğunu, nasıl biri olduğunu görmek isterler. Türkiye’de bir dükkâna girdiğinizde satıcı size gülümser, konuşur, ilgilenir. Burada ise satıcı sizi önce gözlemler hemen gülümsemez, önce kim olduğunuzu, nasıl bir insan olduğunuzu anlamaya çalışır. Bu soğukluk değil, dürüstlüğün ve saygının farklı bir biçimidir. Altaylılar ay takvimine göre yaşarlar. Düğünler ve önemli olaylar yeni ayda yapılır, çünkü bu uğurlu kabul edilir” bilgisini paylaştı.

‘YEMEKLERİ ÇOK SADE, BAHARAT, YAĞ, TUZ YOK’

Altay’da özlediği şeylerden birinin kebap, olduğuna dikkat çeken Yusuf, “Türk kahvaltısı ve bizim o baharatlı, lezzetli yemeklerimizi özlüyorum. Burada, Altay’da yemekler çok sade neredeyse hiç baharat, tuz ve yağ yok. Her şey doğal, basit, abartısız. Bizdeki gibi yoğun aromalı ve yağlı yemekleri arıyorum açıkçası. Bazen de Türkçe konuşmayı özlüyorum sadece ayağa kalkıp biriyle kendi dilimde konuşmak, o tanıdık ses tonlarını, şakaları duymak istiyorum. Bir de elbette ki boğaz manzarası. Burada da nehirler var en önemlisi Katun Nehri, kutsal, güçlü ama çok tehlikeli akıntılara sahip. Yine de, Katun ne kadar muhteşem olursa olsun, denizin büyüsü başka” yaşadıklarını aktardı. 

Altay’da 25 yaşında yeniden doğduğunu söyleyen Yusuf, “Hayata bakışım tamamen değişti, daha bilinçli, daha kararlı bir insan olmaya başladım. Ertelemeyi bıraktım, tembelliği bıraktım, bahaneleri de bir kenara attım. Burada, Altay’da kendime çok önemli bir teknik öğrettim. Eskiden her şeyi fazlasıyla düşünen biriydim. Bir işe başlamadan önce günlerce artılarını eksilerini hesaplar, düşünür, analiz eder ve sonunda hiçbir şey yapmazdım. Ama burada yaşayan insanları gözlemleyince anladım ki, onların gücü sadeliklerinde ve hemen harekete geçmelerinde. Kararlarını hızlıca verirler, düşünmeden yaparlar ve işte bu, onları güçlü kılıyor. Artık ben de öyle yapıyorum. Ve gördüm ki böyle olunca başarı şansı çok daha yüksek. Bunda elbette Altay topraklarının kendine has etkisi var. Bu dağların, taşların, havasının ve sessizliğinin içinde insanı arındıran, sakinleştiren ve içten güçlendiren bir enerji var. Burada doğaya çok daha yakın oldum. Altay halkının ‘her şeyin bir ruhu vardır dağların, ağaçların, nehirlerin’ inancını anladıkça ben de değiştim. Daha minnettar, daha dikkatli, daha sorumlu bir insan oldum. Artık doğaya çöp atan insanlara gerçekten sinirleniyorum. Eskiden fark etmezdim belki ama şimdi asla görmezden gelemiyorum” ifadelerine yer verdi.

‘TÜRK YAŞAM BİÇİMİNİ BUGÜN HÂLÂ YAŞAYAN TEK YER ALTAY’

Altay’a tur düzenlemeye başladıklarını ve bunun sadece bir gezi olmadığını söyleyen Yusuf, “Türk dünyasının özüne, köklerine dokunacağınız bir yolculuk olacak. Program tamamen yerel halk tarafından hazırlandı. Eşim ve kayınvalidem ikisi de Altay Türkü bu topraklarda doğmuş, büyümüş ve her taşını, her efsanesini bilen insanlar. Turda görev alacak herkes, kendi kültürünü yaşayan ve yaşatan insanlar. Altay’a yapılacak bir tur, yerel halk olmadan eksik olur. Burası bambaşka bir yer farklı yasalar, farklı doğa, farklı enerji. Bu yüzden burada mutlaka yerel bir rehber olmalı, çünkü bu toprakları sadece bilen değil, hisseden biri size gösterebilir. Öncelikle, büyük bir bilgi ve keşif akışı sizi bekliyor. Bu turda adeta geçmişe bir yolculuk yapacaksınız. Programda atölyeler, konserler, müzeler, kayçı (destan anlatıcısı) gösterileri ve hatta bir şamanla buluşma bile var” diyerek sözlerini şöyle noktaladı:

“Akşamları hep birlikte ateş başında oturacağız. Altay çayı içeceğiz, efsaneler, destanlar ve hikâyeler dinleyeceğiz, fikir alışverişinde bulunacağız. O sekiz gün boyunca biz Türkler Altay’dan ve Türkiye’den atalarımız gibi tek bir fikir, tek bir kültür ve tek bir ruh olacağız. Türkler Altay dağlarının tamamında yaşamış. Ancak gelenekleri, kültürü, ritüelleri ve eski Türk yaşam biçimini bugün hâlâ yaşayan tek yer Altay. Yani Türk tarihini gerçekten tanımak istiyorsanız, başlangıç noktanız Altay olmalı. Kısacası, evet bu bizim ilk turumuz ama içine tüm kalbimizi ve emeğimizi koyduk. Bu sadece bir gezi değil, atalarınıza, kültürünüze ve kendi öz benliğinize bir yolculuk.”

Author: Admin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir